Tarihî Türk Eserlerinin Bugünün Sanatindakî Yeri
Prof. Dr. Oktay Aslanapa,
Yer yüzündeki çeşitli milletlerin sanatı onların kültürlerinin bir ifadesidir. Böylece Sanat Tarihi, aynı zamanda bir kültür tarihi, insanlığın sanat kültürlerinin bir tarihidir. Mâbedler, camiler, kiliseler, rnezar yapıları türbeler, kümbetler gibi yüksek sanat yaratmaları, miletlerin dünya görüşlerinin, inanışlarının açık ifadesini bize aksettirmektedir. Resim ve heykel sanatları için de bu geçerlidir. Bugün, sanat dünyasında bazı görüşler vardır. içinde yaşadığımız elektronik âletler, atom ve uzay çağında, makina ve beton karkas yapılarda, resim ve plastik sanatlarda görülmemiş imkânlar içinde iken, tarihî devirlerin eski mimarî ve sanat eserlerinden bize ne? Bunları ne kadar az tanırsak o kadar bağımsız eser yapabiliriz deniliyor. Buna benzer görüşler tamamen yanlış ve zararlıdır. Mimar, ressam veya heykeltraş tarihî eser ve âbidelerden çok önemli bazı sonuçlar çıkarmalıdır, bunlar; 1 - Eserin yapılmasında kullanılan araç gereç ile teknik gelişmenin tarihi; 2 - Artistik şekil, form ve sanat eserinin tarihi devirlerde buna dayanan estetik etkisi; 3 - Tarihî dünya görüşlerinin ifadesi olarak yapı sanatı ve sanat eserleri.
Mimarî eserler bize tarihî dünya tablolarından gözle görünür ve kavranır tasavvurlar verdiğinden birinci derecede tarihî kaynaklardır. Çünkü bunlar, geçmiş devrin dünya görüşlerini, açıklık ve etki bakımından bütün yazılı kaynakları aşacak ölçüde gözler önüne serer. Bugünün dünya görüşü ile eski devirler arasında çok köklü farklar, derinliğini sezinlediğimiz bir uçurum vardır ki, bunu, ancak gelecek nesiller, bir zaman mesafesinden bakarak tam anlıyabileceklerdir. Son yıllarda dünyamızda insanlık tarihinin tanıdığı en büyük manevî ihtilallerden biri oluşmuştur. Binlerce yıl hakim olan ve mimarîde en yüksek ifadesini bulan büyük dinler yerine, büsbütün yeni bir dünya tablosu ortaya çıkmıştır ki, bunun henüz metafizik mânâda bir adı belirmemiştir. Makine, atom, uzay çağı, dinamik, kinetik dünya tablosu gibi yakıştırmalar vardır.
Evvelce sanatkâr plastik, blokvari, kesin belirlenmiş madde parçaları ile iş görürken, bugün mekân parçalarıyla çalışmaktadır. Modern kinetik mimarînin işareti, sembolü Eyfel kulesi (1889) aynı zamanda karakteristik bir makina işi olup, makinasız gerçekleşemezdi. Burada dinamik bir mimarî de söz konusudur, fakat, bu maddî olup manevî dinamizmden uzaktır. İnsan sokaktan birdenbire asansörle yukarı çekilir, fakat, ruhî bir yükselişten uzak kalır.
Ev yapısında kinetik temayül, iç mekânın, taşıyıcı ayakların ve merdivenlerin Le Corbusier, Mies van der Rohe ve diğerlerinin yaptığı modern evlerdeki düzenlenmesinde açıkça ifadesini bulmuştur.
Kinetik temayül simültan görünüşlere götürmektedir. Yani bir objeyi veya bizat bir mekânı aynı zamanda içinden ve dışından, konkav ve konveks, cephe ve profil olarak gösteren görünüşler. Picasso, Braque, Naum Gabo, Boccione ve diğerleri gibi modern ressam ve heykeltraşlar böyle simültan görünüşleri tasvir etmişlerdir. Bunlar geniş halk kitlesi tarafından anlatılamayacak sanat eserleridir. Çünkü tabiî ve realist olanın dışına çıkmışlardır. Fakat bugünün çığır açan sanatkârlarının bu sürrealist ve simültanist eserlerini de bir sanatkâr, eğer geri kalmak istemiyorsa, dikkate alıp mânâsını anlamağa çalışmalıdır. Yeni gelişmeye başlayan dünya tablosunu anlayışsız bir tebessümle görmezlikten gelemeyiz.
Bütün bu açıklamalar yanında bir mimar, bir sanatkâr mimarî ve sanat tarihinden ne öğrenebilir: Herşeyden önce amatör merak ve uydurmacılık karşısında gerçek sanatın kemâlini, olgunluğunu öğrenir. Bütün tarihî devirler boyunca her alandaki büyük tarihî sanat eserleri mimarî ve şekil bakımmdan imkânları ve insanın doğuşundan gelen estetik anlayışın çizdiği sınırları belirleyen yol gösterici olur. Fakat bu sınırlar içinde orijinallik ve yaratma gücü önüne hiçbir engel konulmamıştır. Çeşitli âbideler (her çeşit tarihî sanat eseri anlamında) sanat problemlerinin tartışılması için bir temel olabilir. Bunlar bir dilin kelime hazinesi gibi her çeşit sanat tarihi, sanat ve estetik tartışmalarının kaçınılmaz esaslarıdır. Bu yüzden âbidelerin tanınması bütün sanat tarihi çalışmaları için esas veya temel teşkil eder.
Bugün, kübik olana, yani büyük veya küçük ölçüde makina şekline bağlı bir devirdeyiz. Malzeme, makine ve bunlarla birlikte ekonomik şartların getirdiği bir üslûp karşısındayız. Fakat, bunun hiçbir manevî, ruhî değeri kalmamıştır, zira bugün genel manevî bir dünya görüşü yoktur. Türk ve İslâm dünya görüşü bizim üç kıtaya yayılan millî âbidelerimizi yaratmıştır. Fakat bugün, fikirlerin ifade edilebileceği yegâne eser, yapı grubu, hatıra yapıları olacak eserlerdir. Büyük bir fikrin hizmetinde, Ankara'da Atatürk'ün anıt kabri için açılan yarışma bu bakımdan bulunmaz bir fırsat yaratmıştı. Bunun için yalnız, eski bir millî Türk yapı şekli yani, bin yıldan fazla geleneği olan türbe veya kümbet düşünülebilirdi. Abidevî ölçüde böyle bir proje de zamanın en büyük mimarlarından biri tarafından hazırlanmıştı. Fakat bu, önemli olmayan maddî ve teknik sebeplerden reddedilmiş, yerine Türk millî gelenekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, Yunan mabedinden geliştirilmiş, "washington'da Abraham Lincoln türbesinin bir benzeri olan diğer proje kabul edilmiştir. İran'da da daha önce buna benzer bir durum Firdevsî'nin 1000 ci doğum günü hatırasına, doğum yeri olan Tûs şehrindeki hatıra yapısı (türbe) projesinde görülmüştür. Buradaki anıt yapı da, küp biçiminde, devrin ruhu ve anlayışı ile uzak yakın hiçbir bağlantısı olmayan, batı Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde de yerini alabilecek bir hatıra yapısı olmuştur. Bugün her köşede mantar gibi bitmekte olan birçok anıt için de aynı görüş geçerlidir. Bütün bu durumlarda kendi sanat tarihimizin bilgi yoksunluğu veya kasden ihmal edilmesi söz konusudur. Büyük bir fikrin ifadesi için bir anıt yapılırken, gerek mimarî, gerek meydanlara köşelere dikilen anıtlar olsun, bin yıllık mülî yapı şekilleri görmezlikten gelinerek, hiçbir suretle yerine oturmamış ferdî, sübjektif tasarılar hevesine kapılmamalıdır.
Sanatkâr orijinal yaratma gücünü, eski yerleşmiş millî yapı şekillerini, modern yapı sanatı mânasında derin saygılı bir muhafazakârlıkla modern zevke uydurmalıdır. Tamamiyle pratik gayelere uymayan, fakat millî ve manevî fikri ifade eden bir yapı veya eser icad edilemez fakat, daha çok bin yıllık gelenek, zamana uygun olarak tebessüm ettirilebilir, şekillendirilebilir. Bu, insanlık kültürünün başından beri böyle olmuştur. Bunu bize sanat tarihi öğretir. Bir âbide yaratmak için millî sanat eserlerimizin ana şekillerinin kana ve iliğe işlemesi, bunlardan asla vazgeçilmemesi, bunların görmezlikten gelinmemesi lâzımdır.
Şimdiye kadar bunu en başarılı şekilde uygulayan, bir yabancı mimar olmuştur. 1962 yılında ölen Le Corbusier 1911 de daha yirmibeş yaşlarında iken İstanbul'a gelerek Türk mimarî eserlerini incelemişti. Buradan eskiz defterine çizdiği görüntüler Türk mimarîsinin kübik karakterini iyice belirten ve onun estetiğine temel olan kare, küp, küre ve silindir gibi geometrik unsurlar "insanlığın dili" olan "güzel şekiller" dir. İstanbul'un denizden görünen ve bütün büyük camileri içine alan siluetini, ayrıca Galata kulesi ile birlikte Galata tarafının siluetini karakteristik birkaç çizgi ile kavramıştır. "Şehirciler sizin için eskiz dosyasına, siluetler" diyerek dikkati çekiyor. Topkapı sarayının denizden görünüşünü ve suru Hümayun'u ayrıca çizmiştir. Fatih, Karadeniz medreselerini Önündeki alçak setlerle sekizgen bir çevre içinde servi ağaçlariyle sakin bir köşe olarak çizmiştir. Üsküdar, Valide Camii son cemaat yerinden dışa bakış, sonra Ayasofya'da Sultan Murat III. türbesi eskiz defterine girmiştir. Süleymaniye Camiinin yan cephesinde kübik payandalar, kademeli köşeler, kemerler, yüzeylerin bölünmesi belirtilmiştir.
Ahşap Türk evlerinin dış ve iç görünüşünü değerlendiren desenlerde ise ağaç konsollar üzerinde ileri fırlayan üst kat ve çatının koruyucu saçakları, cephenin kırılıp kademelenmesi ile, iç mekânm tamamen insani proporsiyonları ve bol pencerelerle ışık ve güneşe açılması üzerinde durulmuştur. Birbirini kesen hatlarla kübik karakter bunlarda da onun bütün çizgilerine hakim olmaktadır. Desenler arasında daha birçok başka eskizler vardır. Bunlarda, ileri doğru fırlayan katlar ve bloklarla, kademeli cepheler, her taraftan güneş, hava ve ışığa açılma geniş ölçüde onun mimarîsine maledilmiş, medrese hücreleri de yan yana sıralanmış seri evler ve "asgari mekân" fikrini uyandırmış olmalıdır. Le Corbusier yeni mimarîsini, sanatını yaratırken Türk mimarîsinden ana fikirleri alıp, ihtiyaca göre, rasyonel şekilde değerlendirmiştir. Bizim mimarlarımız da Türk mimarîsinin eşsiz değerlerini ondan alarak onun elinden bize aktarmışlardır.
Dumlupınar meydan savaşının unutulmaz hatırası olarak dikilen ve 1924 de Atatürk'ün temelini attığı ve heyecanlı bir konuşma ile ebedîleştirdiği Dumlupınar anıtı Zafer tepe üzerinde yükseliyordu. Klâsik Türk sanatından esinlenerek yapılan bu anıt yüksek bir kaide üzerinde, yerden uzanan bir elin yukarıya kaldırdığı sancakla zaferi canlandırıyordu. Merdivenle çıkılan anıtın etrafı korkuluk şebekeleriyle çevrilmişti. Bu amt yavaş yavaş sökülüp kaldırılarak yerine üslûp ve şekil anlayışından yoksun, dağınık, modern olmak iddiasında yepyeni bir anıt dikilmiştir. Bu büyük zaferi ifade etmekten çok uzak zavallı bir görünüştür.
Bu birkaç misal bize kendi orijinal sanatımızı yaratmak, köklerimizden kopmadan bugüne uygun yeni şekillerle kendimizi bulmak için yol gösterici olabilir.
Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü – Türk Kültürü Aylık Dergisi – Sayı:190 Ağustos 1978